Eyvallah”ın ruhuna nüfuz edebilirsek içinde samimi bir tasdik havası barındığını fark edebiliriz. Samimi, içten kabulleniş ancak muhabbetle olur. Zaten din de bu muhabbetin tesiri içindir. Öteki türlü, inanç sistemini sadece bir dizi ameller olarak algılamak ki menzile yani o rızaya asla ulaştıramaz. İkilik de burada başlar, bu muhabbet olmazsa her muhatap kalınan emrinde o bir sen olmuş olur ki, kişi bu durumda ibadet ederken ikilikten kurtulamaz. Halbuki muhabbetle teslimiyet gerçek birliği sağlar.
Eyvallah böyle bir halin nişanesidir. Bu mefhum ile alakalı Kitap’tan ve sünnetten pek çok örnek vardır.
Mesela Bakara Sûresi’nde anlatılan Hz. Mûsâ (as)’nın kıssasında; Hz. Mûsâ (as) kavmine ‘Allah’ın bir inek kes’ emri verdiğini söylediğinde onlar, “Sen bizimle alay mı ediyorsun” diye karşılık verirler. Mûsâ (as)’nın işin ciddi olduğunu belirtmesi de ikna olmalarına yetmez. “Bu ineği bize anlat, rengi nedir, neye benziyor, şöyle mi böyle mi?” gibi sorularla işi yapmamak için kırk dereden su getirirler.
Maide Sûresi’ndeki kıssaya göre ise önce Allah’tan doymak için rızk isterler, kendileri kudret helvası ve bıldırcın eti ile nimetlendirilmeleri ve bu mucize karşısında sayısız hamd ü sena edip Hak Teala’ya şükredecekleri yerde, ‘bu sofrada soğan, sarmısak yok’ diyerek onda bile kusur bulurlar.
Anlaşılan ne emirlere karşı ne de nimetlere karşı eyvallah diyerek bir teslimiyet göstermezler. Zaten bu gibi hususlarda çok fazla itiraz etmelerinden dolayı Cenab-ı Hakk’ın Yahudi şeriatını çok ağır kıldığını söylemişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadis-i şeriflerde geçen bu ve benzeri misaller tecellileri eyvallah ile kabullenemeyişin Mevlâ’sı ile kulu arasındaki muhabbet bağını nasıl kopma noktasına getirdiğini ibretle göstermektedir.
Dinî kaynaklarda ve kültürümüzde ahlâkî güzellikte numune teşkil edebilecek âbidevî şahsiyetlerin hep eyvallah’ın o tasdiki ruhuna ermeleriyle bu derecelere nail olduklarına işaret vardır. İnsan birçok musibete ‘ben’ belasından, çekişmekten dolayı uğramaz mı?
Başka bir ifadeyle inayet-i Hak’la, halkla yaşamayı kendisine şiar edinerek eyvallah’ı vird edinen kolay kolay gaflete, hırsa, kavgaya düşer mi? Adım adım benlikten kurtulmaya basamak olan eyvallah, hak suretinde bâtılın ayrılmasına vesile olduğu gibi, haktan ve hak ilminden ayrı düşmeye de lâzım bir virddir. “Kişi böylesi bir hakikat rehberine erişirse, eyvallah’a iyi tutunmalı der” sofiler.
Hz. Mûsâ (as)’nın Hızır ile olan arkadaşlığı bu mevzuya pek güzel misal teşkil eder. Bir zata sormuşlar: “Her şeye eyvallah, peki gafilin gafletine de mi eyvallah?” Cevaben, “Gaflete eyvallahımız yoktur; fakat gafil bir kimse gördüğünde, ‘Bu, benim halim de olabilirdi; ama Cenâb-ı Hak şu an beni muhafaza etti.’ diye tefekkür edersin. Ve ibretle eyvallah dersin.” demiş. “Peki, yanlış olan şeyi nasıl düzelteceğiz?” diye sormuşlar. O zat devamla, “Kendi acizliğini hatırına getirerek karşısındakini ikna etmen daha kolay olur, sen kendi egonu aradan çıkarırsın, böylece sözünün tesiri olur.” diye cevaplamış.
Cenâb-ı Pir Mevlânâ Celaleddin-i Rumi (kds)’nin oğlu Sultan Veled, şahane bir beytinde bu güzellikleri özetlemiş: “Bize ne irs-ı peder, ne servet ü ne cah kalmıştır,Şuûr-ı hikmete karşı bir eyvallah kalmıştır” (Bizlere babamızdan maddi bir miras, büyük bir servet ve makam kalmadı. Bizlere kalan (bunlardan çok daha kıymetli, bizleri evvelkilerin mevkiine erdiren) Hakk’ın hikmet tecellilerini eyvallahla karşılama hali kalmıştır.)
Mevlam! Sen’den gelene, gelmeyene; ne şekilde belirlemişsen kaderime, bu oyundaki biçtiğin rolüme , yürekten kocaman bir
EYVALLAH